top of page

YE İÇ GEZ...

İSTANBUL (Gizli Aşkım)

KAPADOKYA

Geçtiğimiz ay Kapadokya’yı ziyaret ettim ve tam anlamıyla büyülendim diyebilirim. Öyle güzel ve öyle sıcak bir yer ki, sıcaklıktan kastım insanlar. O özlediğim saflığıyla insanların size yardımcı olabilme telaşı.

 

Küçücük bir yer. Daha önce gitmemiş, gitmek isteyenler için tavsiyemdir. GİDİN!

Küçücük bir aile pansiyonunda kaldık. Göremeye 5 km uzaklıkta bölgenin en yüksek tepesinin olduğu Uçhisar yaşanası yerlerin başında geliyor. Bütün pansiyonlar hemen hemen aynı. Çoğunu aileler işletiyor ve kendi ettikleri kahvaltıdan size de sunuyor.

 

Gidip de “testi kebabı” yemeden dönmek olmaz orada. Bütün lokantalar yapıyor testi kebabını ama dedim ya özlediğim bir sıcaklık ve saflık vardı onu da Sedef restaurant’ta buldum. Bizzat işletmenin sahibi gelip beğenip beğenmediğimizi sordu. Bu ne düşüncedir. İstanbul gibi bir yerden gelenlerin çok garip karşıladığı bir şey bu. Diğer garip karşıladığım şey de, çantanı, cebini, telefonunu sürekli kontrol etmek zorunda değilsin. Kimsenin orada kimsenin malında gözü yok.

İşletmenin sahibinin önerilerini dinledik. Sabahtan akşama kadar scooter tepesinde 150 km yol yapınca kafamızı dinleyebileceğimiz bir yer istedik bizi hemen Panaroma kafe’ye yönlendirdi. Ayaklarımızı uzatıp, sıcacık çayımız ve nargilemiz eşliğinde saat 22:00’ye kadar insanların nasıl evlerine gittiklerini izledik. 22:00 bile orada çok geç bir saat. Sokakta kimse kalmıyor. Her yer kapanıyor.

 

Scooter dedim de, Hacı Bektaş-ı Veli Türbesine de gidin. Türbeye 1 km uzaklıkta bir park var, erenlerin, yazarların, şairlerin, büyük düşünürlerin büstlerinin olduğu park. Hacı Bektaş-ı Veli’nin çile taşından geçip bütün günahlarınızdan arının. Hatta oralarda kozalak toplayan bir teyze olacak, onu bulun, kendinize fal baktırın. Fal dediysem “at bakayım 5 lira bakayım fal cağızına” diye eline yapışmıyor. Sana orayı anlatıyor. “Hacı Bektaş-ı Veli buraya atını bağlarmış, burada uyurmuş, bunları yaparmış” diye ninelerinden duyduğu kadarını bize aktarıyor. Sonra tut bir dilek diye bir çukurdan bir avuç taş aldırıyor. Dileğin olacak mı olmayacak mı onu söylüyor.

Benim dileğim olacak ama biraz bekleyeceğim.

 

Hepsi mi güzel insan olur oradakilerin. Köy bakkalından tost istedik. Ekmeği 2ye böldü, içine sucuk doldurdu ama gerçekten doldurdu, sana yağını sürünce bakkalın içine mis gibi koku yayıldı ve bunun için sadece 1 lira aldı. Ches Kemal diyorlar kendisine. Ches Kemal’in tostunu yemeden dönmeyin.

Herkesin bildiği o volkanik kayalar, yer altı şehri, ıhlara vadisi zaten gidilmesi gereken yerlerin başında geliyor ki gidiyorsanız bunları görmek için gidiyorsunuz. Ben ufak detayları aktarmakla görevlendirilmiş bir elçiyim sadece.

 

Balon’a binmeyin. Uyumayı seviyorsanız bir kere baştan kaybetti balon hakkını. Çünkü sabah 5’te güneş doğmadan önce yola çıkmanız lazım. Adam başı da 150 € bana gerçekten pahalı ve gereksiz geldi. Güneşin doğuşu her yerde izlenir. Bunun için balona gerek yok ve bence yerden bakıldığında gökyüzünü süsleyen rengarenk balonlar daha güzel gözüküyor.

Bir de bence otobüsle gitmeyin. Varsa imkanınız uçakla ya da özel arabanızla gidin. Çünkü sadece metro turizm götürüyor İstanbul’dan. 10 saat yolculuk inanın hiç çekilmiyor.

Ben hiç kalmadım sende hep gittim. Sana hiç

de gelmedim. Senden önce kaldım hep. Ama

                                              ben seni hep

                                              sevdim. Biraz da

                                              nefret ettim. Senin

                                              yüzünden hep

                                              arkama baktım.

                                              Önümü

                                              göremeyecek

                                              kadar ağlattın

                                           beni. 5 belki 10

                                         kere. O yüzden koşarak kaçtım senden. Ağlatmasan da kaçacaktım gerçi. Yine geleceğimi bile bile her seferinde o muhteşem özgüveninle nasıl da bekledin beni. Avını bekleyen aç kurt gibiydin. Aşkıma susamış bir kurt gibi. Evet evet senden bahsediyorum. Haydarpaşa sen! Ben senden hep gittim ve senden hep nefret ettim, gizli gizli de aşıktım aslında sana. Sende ağlamadığım bir vedam hiç olmadı. Sen ki beni hep ayırdın sevgilimden. Dedim ya senden nefret ettim ama gizli gizli de aşıktım sana. Sen güneşin battığı yer oldun hep. Sen Haydarpaşa’ydın başka bir şey değil, sen Haydarpaşa’ydın başka bir yer değil. Yine gel, yine ayır, aramızdaki aşk ve nefret bitmesin…

Sana dün bir tepeden baktım aziz Barca bu fotoğrafın adı. Geçtiğimiz yaz yaptığım

                                              Barselona

                                              seyahatim

                                              sırasında “aa

                                              burada ne varmış”

                                              diye bindiğimiz ve

                                              “blue train”

                                              olduğunu

                                              öğrendiğimiz,

                                              Barselona’nın en

                                              yüksek tepesine bizi ulaştıran tren sayesinde gördüm burayı. Gidin! Şiddetle tavsiye ediyorum! O yerin adı TIBIDABO! Bendeki adı Hotel Krueger aslında. Çünkü Tibidabo’dan aklımda büyük yer eden şeyin adı Hotel Krueger!

 

Eğlence parkı tepesi burası. Girer girmez bu fotoğrafın çekildiği dönme dolap karşılıyor sizi ve sonrasında inanılmaz kalabalık bir sıra göreceksiniz. O sıraya girin! Yaklaşık 1 saat kadar bekliyorsunuz ama değiyor.

Hotel Krueger’in sırasından bahsediyorum. Otel konseptinde hazırlanmış bir korku tüneli burası. Bir korku tünelinde ne olabilir ki, girersin, bir tren gibi bir şey olur, binersin ve karanlığın içinden çığlıklar eşliğinde gidersin… Evet, ben de başta böyle düşünmüştüm.

1 saat sıra bekledikten sonra bizi bir görevli döner kapıdan içeri aldı. İnanılmaz ciddi bir konuşma yaptı ama tek kelimesini dahi anlamadım “ingiliş piliz” diyince adam saymaya başladı “hamileler, kalp hastaları, tansiyon sorunu olanlar giremez, içerideki hiçbir şeye dokunmak, fotoğrafını çekmek yok” diyince ben anladım ki dönülmez akşamın ufkundayım!

2 çift ve 3 kız yürüyerek koridoru takip ettik, tamamen otel gibi hazırlanmıştı her şey, önce resepsiyona geliyorsunuz. Frankenstein’a çok benzeyen bir görevli resepsiyonda bizi karşıladı. Eminim çok ürkütücü şeyler söylemiştir ama ben yine anlamadım. Şaşkınlıktan orada da “ingiliş piliz” diyecekken arkamda bir gürültü koptu ve demir asansörden topallayarak yürüyen korkunç bell boy bize yolu gösterdi. O önde biz arkada yürürken resepsiyon görevlisi Frankenstein amca birden masaya çıktı ve üzerimize yürüme başladı! Buraya kadar her şey o kadar normaldi ki. Sadece korkutucu 2 insan…

Şunu eklemeliyim ki Chucky’den sonra çocukluk travma evremi tamamladım, sonraki hiçbir korku filminin fragmanına dahi bakamadım…

Görevli önde biz arkada yürüyoruz, bir ara arkamızdan bir gürültü eşliğinde bir şeyler koşturmaya başladı ve görevli birden ortadan kayboldu biz arkada ne olduğunu kontrol ederken. Ne yapalım koridoru takip ediyoruz, bindik bir alamete gidiyoruz resmen kıyamete!

Kütüphane gibi bir odaya girdik. Görevli arkadan çıktı, bize yolu gösterdi. Derken merdivenlerden inmeye başladık, birden ışıklar yandı ve karşımızda Şeytan filmi oynuyor! Film canlanmış, oradaki kadın yatakta, yatak sürekli bir sağa bir sola sallanıyor! Merdivenlerden inip, onun önünden geçip gitmemiz lazım ama ben o ana kadar travmalardan travma, krizlerden kriz beğeniyorum. Çılgınlar gibi hiç tanımadığım insanları etrafıma sarıp barikat oluşturmaya çalışıyorum. Tam biz oradan geçerken Şeytan ablamız kalkıp üzerimize koşmasın mı… herkes kaçtı ben far görmüş tavşan gibi kaldım en arkada. Peşimden geliyor ve ben artık bağırmaktan, ağlamaktan, koşmaktan, etrafımdaki insanları tutmaya çalışmaktan yoruldum!

Şeytan insafa gelip peşimizi bıraktığında bir odaya çıktık ve geceleri rüyalarıma bile giren Chucky karşıda bizi bekliyor! 2 Chucky yan yana oturmuş, birinin gerçek olduğuna eminim ama hangisi gerçek ve hangisi saldıracak bize onu kestiremiyorum, ben yine kendimi korumaya almaya çalışıyorum ama nafile, nutkum tutulmuş tam yanından geçerken Chucky elindeki bıçakla üzerimize koşmaya başladı. Bu sefer en öndeyim tabi ama o da tehlikeli, en önde kalınca karşına ne çıkar Allah bilir…

Koridorda koşarken zaten sürekli sağdan soldan ufak pencereler açılıyor ve korkunun dibine vuruyorsun! O kısımları hiç anlatmıyorum zaten. Ben resepsiyondan sonra ağlamaya başlamıştım bile.

Bir odaya girdik koşarken. Biz girdikten sonra kapı kapandı ve odanın 4 tarafı kitaplarla dolu. Karşıda bir kapı var ben can havliyle kapıya koştum çünkü artık bu işkence bitmeliydi. Kolu çektim açılmadı, vurmaya başladım ve artık ana dilimde korkuyordum. Her Türk gibi korktuğumda çok acayip şeyler çıkıyordu azımdan. Zaten kimse anlamıyordu bu yüzden bence sorun yoktu! Ben kapıyı yumruklarken birden ufacık bir gözetleme penceresi açıldı kapıda ben hemen geri hamle yaptım ve kalabalığın güvenli kollarına bıraktım kendimi. Derken bizi yarı yolda bırakan pis görevli kapıyı açtı ve yine kayboldu!

Dedim Sevinç, daha var anacım, dayan!

Kapıdan çıkar çıkmaz karşımda Elm Sokağı Kabusu! Olayda bir gariplik var çünkü bu saldırmıyor, sadece bekliyor ve etraf baş döndürüyor, çünkü ayna dolu 4 bir taraf! Arkadaşım “dikkat et göz yanılması var” dediğinde ben artık son kalan enerjimi çığlık atmaya harcıyordum! Derken Elm Sokağı Kabusu üzerimize kabus gibi koşmaya başladı! Ellerindeki o bıçakları bize doğru sallıyor ve ben yine en arkadayım! Hemen ensemde bıçakların “zuıv” diye geçtiğini hissedebiliyorum! Böyle bir korku yok ama! O korkuyla koşarken kendimizi kapkaranlık bir koridorda bulduk. Biliyoruz yine bir şey var ama ne?!

Hemen sağ tarafta 13. Cuma namazı kılınıyormuş da haberimiz yokmuş! Döner bıçağını üzerimize üzerimize sallayan Cuma’dan kaçmak kolay oldu ama elektrikli testeresi olan kişi kimdi inanın hiç göremedim! Çünkü o an o kadar korkmuş ve o kadar ağlamıştım ki, artık resmen o elektrikli testerenin önüne atlasam da bir şey fark etmezdi. Derken çıkış kapısı açıldı ve ben adeta kendimi dışarı attım!

Hayatımda hiç bu kadar korkudan ağlamamıştım sanırım! Resmen adrenalinden başıma ağrı girdiğini hissettim ama 20 dakika sonra o kadar iyi geldi ki bu bağırma seansı! 

Bütün stresimden arınmıştım.

Diyeceğim o ki, siz siz olun, bir gün yolunuz Barselona’ya düşerse Tibidabo’ya gidin ve Hotel Krueger’i ziyaret edin! Her insanın hayatında bir kere yapması gereken şey!



Merak edenler; Hotel Krueger tanıtım videosu
Hotel Krueger’e çok benzeyen bir tünel için lütfen tıklayın.

BARCELONA'da Ne Yapılır

bottom of page