
Mezun olaydım iyiydi
22 Ekim 2012 Pazartesi

Güzel insanlar tanıyorum ben, hepsi de birbirinden yaratıcı, birbirinden çalışkan. Nesil nesil ayrılıyoruz ya çoğu zaman, işte son zamanlardaki 90’lılar çok çalışkan gibi geliyor. İşte o çalışkanlardan sadece bir kaçı.
Merve, 22 yaşında ve o bir edebiyat aşığı. Nasıl yapıyor
bilmiyorum ama kendisi ne zaman
arasam telefonunu açıyor, haftada 5
kitap okuyor, bitirme tezini yazıyor ve
aynı zamanda da “en çalışkan blog”
kategorisinde diğer bloglarla kıyasıya
rekabet içine giriyor. Bu kadar işi
nasıl bir arada yürütebiliyor
kendisine gıpta ile bakıyorum. Buyrun Merve’nin bloğu; Memleketine Hasret Ayvalık Tostu.
Mine, 22 yaşında ve sosyal medya canavarı kendisi. O da ben ve
Merve ve bir çoğumuz gibi üniversite
son sınıfta ve bitirme teziyle
uğraşıyor. Kısa süre önce 7/24 haber
merkezinde çalışıyor, haber peşinde
koşuyordu ve bu koşturmanın
arasında aristolog.com sitesinde
yazıyordu. Hala yazıyor ve kesinlikle
yazılarını okumanız lazım. Benim favorim üç maviden uzak dur adlı yazısı. Ayrıca sitede yazan diğer arkadaşlarımın da güzel tespitleri var sosyal medya konusunda. Aristolog’u incelemekte fayda var.
Bilal, 22 yaşında ve Mine’nin sevdiceği. Gördüğüm çiftler
arasında en yakışanlardan biri. Oğlan
bizim kız bizim olduğundan mıdır
nedir, pek severim! Bilal’e gelince
kendisi şaka makinesi. Sürekli her
konudan bir espri çıkarabilen ve
bunu baymadan yapabilen nadir
insanlardan. Uzun süre facebook’ta
arkadaşlarına bu şakaları yazdı ve şimdi o da sevdiceği gibi aristolog.com‘da yazıyor. Eski şakalarından bir kaçı, yenilerini sitede bulursunuz;
full house (bizim ev) dizisiyle büyümemiş 90lar çocuğu, 90ları yaşadım demesin arkadaş. gerçi dizi 80lerin sonunda çekilmiş ama matbaa gibi gevur icadı diye 200 sene izlememişiz biz.
kız koşuşu diye bişi var abi. o nasıl bi koşuştur arkadaş. sen naptın da böyle oldun a güzel kızım he? ekmeğe mi işedin naptın? seni koşmadan da sevebilir insanlar, yapma nolur. koşma. ölecek gibisin!
güzel sanatlar fakültesi. çirkin sanat mı var. ya da sadece birine göre güzel olanların mı eğitimi veriliyor o fakültede. adını sanat fakültesi yapsanız oranın, neler değişirdi?
resmi düğün içeceği; oğuz gold meyve suyu.
Bu kişilere dikkat edin. Bir gün bir hocam “bir gecede milyon dolarlar kazanabilecek kişiler olarak görüyorum sizi” demişti. Neden olmasın?

Güzel insanlar
22 Ekim 2012 Pazartesi



Güzel insanlar
22 Ekim 2012 Pazartesi
Bilen bilir, bilmeyenlere de söyleyeyim geçtiğimiz yıllarda arabayı hurdaya çıkardığım bir kaza yaptım, merak edenleri şöyle alalım efendim: Ölümün sağ ön kapısı
O kazadan beridir ki, otomobilimle aramda olan düzenli ilişkimize ara verdik! Halbuki ne havalıydım o zamanlar… Okulun otoparkına arabamı park eder, güvenlikten geçerken kimliğimi gösterdiğimde gözler üzerimde olurdu çünkü; arabadan anlayan herkesin sahip olmak istediği en sağlam araba benimdi! Ne kadar sağlam olduğunu test ettim, yaşadığıma göre de onaylamış oldum.
Şimdi ne mi yapıyorum? Devletin ve belediyenin bana verdiği ESKART’a dayanarak, her gün okula, hastalıkta ve sağlıkta, iyi günde kötü günde otobüsle gidiyorum! Otobüs gerçekten gözlem için çok güzel bir yer hatta uyumak ve kitap okumak için de! Abartmıyorum, duygusalsanız cam kenarı, şoförün hemen arkasındaki koltuk ağlamak için çok ideal! Gelelim Sevinç’in otobüs maceralarına!
Mütemadiyen şoförlerle kavga ediyorum! Üstelik konu kısıtlamam da yok! Her gün kavga edecek bir sebep buluyorum kendileriyle çünkü, ya geç kalıyorlar ya erken geliyorlar ya kapıyı açmıyorlar ya hızlı gidiyorlar… Onlar hep hatalılar ben hep haklıyım… Haklı olmasam bile haklıyımdır kesin bir yerde! Ama dün akşam o kavga ettiğim adamlardan biriyle muhabbetimiz bal kaymaktı. Dedim ya otobüs gözlem yeri ve gözlediğim şey neden bir şoför olmasın? Gecenin bir vakti bindiğim için otobüse ve tek başıma olduğum için, can havliyle korkudan adamın sapık ruhlu bir katil olup olmadığını anlamak sebebiyle geçtim yanına oturdum. “Akşamları da çok ayaz çıkıyor öyle değil mi abi?” diyince adam şaşırdı yazık. “Öyle öyle!” dedi ama benim susmaya niyetim yoktu. “Kaça kadar çalışıyorsun abi?” dedim meğer adamın kanayan yarasına parmak basmışım! “Gece 12’de seferim bitecek, günlüğü 40 liraya sabahtan akşama kadar direksiyon sallıyoruz, Afyon Kocatepe’de okuyan bir kızım var” diye girdi amcam, öyle de tatlı konuşuyor ki utanmasam “abi bugün benim doğum günüm, arkadaşlarımla kutlamaya gidiyorum, gel sen de katıl bize” diyecektim de… Uzun uzun konuştuk yol boyunca, malum Eskişehir- Sultandere arası 1 saat sürüyor, Eskişehir- Ankara arası 1,5 saat! Yıllardır bu denklemi çözemedim ben, Sultandere Eskişehir’in mi Ankara’nın mı mahallesi? Her neyse konumuza dönecek olursak, gözlediğim otobüs şoföründen, şoförlerin neden bu kadar gergin olduklarını anladım hatta hak verdim ama yarın tekrar ben bir tanesiyle tartıştığımda bir yerde yine haklı olacağım… Karakterim kurusun mu desek?…
Otobüs konusunda bir diğer şikayetim de, oturan 25 yaş altı gençleri yerlerinden kaldırma konusunda lisans, yüksek lisans, doktora ne varsa yapmış 50 yaş üstü tonton teyzelerimiz! Çok kızıyorum size! Şimdiye kadar hiç birinize yer vermedim ve vermediğim için de ölmedim… Siz de ölmediniz… Bir de neden hepiniz dizinizden ameliyat oluyorsunuz? Bana en yaratıcı ameliyatla gelen ilk teyzeme vallahi de billahi de yer vereceğim ama diz, bel geçerli değil. Bana bunlarla gelmeyin efendim!
Bir de ağlayan çocuklar! Bugün hemen yanımda “Nurhayat Karakaş” ağlama efektli çocuk vardı! Çocuk her şeye ağlıyor! Çocuk aşkıyla yanıp tutuştuğum, her gördüğüm çocuğu alıp mıncıkladığım, yakınlarımın 0-5 yaş çocuklarını hediyeye boğduğum şu dönemde karşımda Junior Nurhayat Karakaş görünce o yediği bonibonları boğazına tek tek tıkasım geldi yeminle! Çocuksun, bonibonun var, misler gibi de oturmuşsun anneciğinin kucağında ne ağlıyorsun lan! Alıp karşıma “anacım gel bak ben bi’ anlatayım sana şu son 1 haftada olanları, birlikte ağlayalım ama ne olur ağlama” diyesim geldi!
Otobüs gerçekten bu dünya üzerinde hareket eden 4 tekeri 1 direksiyonu olan ayrı bir dünya. Haftaya 4 tekeri 1 direksiyonu olan ayrı bir dünya olan Taksiler ve taksiciler adlı yazımla görüşmek üzere.
ESKART’ı olan var mı, parasını versem, benimki bitmiş de!
Şu sıralar çok çalışıyor, az uyuyor, az yemek yiyor ve tekrar çok çalışıyorum. Meğer şu üniversite denen şeyin son düzlüğü ne yorucuymuş arkadaş! 4 senedir üniversiteye gidiyorum bu kadar kafamı kaldırmadığım bir an olmadı. Ben ki sınavlara çalışmayan Sevinç, projelere harıl harıl nasıl çalışıyorum aklım almıyor!
Röportajlar yüzünden aklımı çıldıracağım! Evet, bunun tam olarak karşılığı akıl çıldırması olur herhalde. Yalnız garip olan bir şey var, ben bu yoğunluğun arasında durup dinlenmeyi vakit kaybı olarak görmeye başladım. Yani evet, yoruluyorum, yıpranıyorum, bütün gün bilgisayarın ekranına bakmaktan tabiri caizse ‘şeşi beş’ oluyorum ama dinlenmeyi vakit kaybı olarak görüyorum. Ben bu gazetecilik işini galiba çok seviyorum! Hayalini çocukluğumdan beri kurduğum işi yapmama o kadar az kaldı ki bunu hissedebiliyorum!
Mezun olan her arkadaşım son sene çok çabuk geçiyor diyor. Bir zahmet, çabucak biterse sevineceğim. Sonrasında okul hayatıma sonsuza kadar veda edeceğim…
Bu blog olayı da düzenli gitmeyince canım sıkılıyor. Hele ki şifresini unutmaya başladıysam hesabımın, kendime kızıyorum resmen! Herkes “blog işine önem verin” derken benim “yaparız yeaa” diye geçiştirmem de tuzu kuruluk değil de nedir? Kendimi az biraz azarlamam lazım bu konuda! Zira, yazacağım o kadar çok şey var ki.
Mesela geçtiğimiz senenin her gününü yazsam roman olur… Başlasak mı bir yerden? Bekleyin anacım, bu yoğunluğun arasına ‘Hayatımda en doğru kararları aldığım yıl’ köşesini sıkıştıracağım. Esenlikler dilerim!

Hafıza!
22 Ekim 2012 Pazartesi
Tanıdığım kişilerle en olmayacak yerde karşılaşma gibi bir alışkanlığım var. Artık bunun bir alışkanlık olduğunu anladım zira, 1-2 ay birileriyle bir yerlerde karşılaşmadıysam bir gariplik olduğunu seziyorum.
İstanbul’a yeni gelmişim, yeni arkadaşlar edinmişim ancak İstanbul’da tanıdığın kaç kişi var diye sorarsanız bir elin parmaklarını geçse bile bir el ve bir ayağın parmaklarını geçmez. Derken bir seminere gittim. Kadına şiddet’e hayır sempozyumu gibi bir şeydi. Daha önce bloğumda paylaşmıştım. Neyse, bir ara Bakan Fatma Şahin konuşurken, arkadan 2 kız ellerinde pankartlarla kalkıp, bağırmaya başladılar. Hayatımda ilk defa “flash haber” yakalamanın heyecanıyla döndüm çat çat fotoğraflar çekiyorum. Neyse olay durdu, duruldu. Gözler hala arka tarafta. Ben de sürekli orayı gözetliyorum. Bir el sürekli dikkatimi çekiyor ama dönüp bakmıyorum. Aynı elin olduğu taraftan bir ses “Sevinç Sevinç” diye fısıltıyla haykırıyor. Bir de baksam, yengemin ablası. Ben şok üstüne şok geçiriyorum tabiî ki. Hiç tahmin etmezdim orada karşılaşacağımızı.
Sonra bir gün yine İstanbul’dayım. Normalde Anadolu yakasına çok az geçerim. Aklıma esti ve kendimi Kadıköy’de gezerken buldum. Hava sıcak, caddeler kalabalık… Derken karşıdan çok tanıdık biri geliyor, aa bir de ne göreyim, fakülteden arkadaşım Elif. Eskişehir gibi küçük bir yerde bile karşılaşmamışken, İstanbul gibi bir yerde karşılaşmak oldukça garip oldu.
Sonra bir gün yine sıcak havalardan birinde, Beşiktaş’ta karşıdan karşıya geçmeye çalışıyorum. Nihayetinde bunu başardım ve kaldırıma adımımı attığımda inanılmaz tanıdık biriyle yüz yüze geldik. Gerçekten çok tanıdık biri, buna o kadar eminim ki, çünkü o tanıdık biri benim adımı söylüyor, neler yaptığımı soruyor, ben de gayet anlatıyorum ama kendisini nereden tanıdığımı bir türlü çıkartamıyorum! Bu sürekli olmak zorunda mı?! Her neyse “İstanbul’da olduğuna çok sevindim, görüşelim” diyince “demek ki görüştüğüm biri” diye içimden geçirdim ve “olur görüşelim canım” dedim. Bu tip durumlarda ‘canım’ demek hep kurtarıcım oluyor. Hem samimi bir bağ kuruyor arada hem de kim olduğunu hatırlamadığımı çaktırmıyorum karşı tarafa. Telefon numarasını verdi bir isimle kaydetmem gerekiyordu ve artık kurtuluşum yoktu bir şekilde bu durumdan sıyrılmam gerekiyordu “soyadın neydi ya, karıştırıyorum da soyadınla kaydedeyim” dedim. Adıyla birlikte söylemesin mi… Nasıl mesut oldum anlatamam. Hemen kendisini facebook’tan buldum ve kim olduğunu öğrendim ama söylemem.
Bu isim konusu hep dert bana! En son İstanbul’a gittiğimde de yine çok iyi tanıdığımdan emin olduğum biriyle aynı otobüsteymişiz. İndikten sonra gördük birbirimizi ve bu sefer fakülteden olduğunu hatırladım ama çocuğun adını hatırlamıyorum! Hafızamda sadece “fakülte” kısmı kalmış, geri kalan silinmiş! Neyse, mezun olmuş, askere gitmiş gelmiş, iş bulmuş falan. Servisi beklerken yaklaşık yarım saat sohbet ettik. Neyse ki o da benim adımı hatırlayamadı bence de durumu eşitlemiş olduk.
Ya işte, en olmadık yerlerde karşınıza çıkabilme potansiyeline sahip bir kişiyim. Siz siz olun, bir gün bir yerde karşılaşırsak, bir şekilde adınızı cümle içinde kullanın ki ben de gerilmeyeyim! Bunun en kolay yöntemi ise şu; bir anınızı anlatırken “o da bana dedi ki, bak Sevinç, bu işler böyle gitmez, isim hafızasını güçlendirme kurslarına git dedi” gibi bir cümle kurun ki ben oradan isminizi hatırlayayım.